ALİ EMİR TAPAN
THE GARDEN
1.02 - 2.03
PİLEVNELİ | DOLAPDERE
PİLEVNELİ, 1 Şubat- 2 Mart 2024 tarihleri arasında Ali Emir Tapan'ın The Garden adlı kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Adını 2023 Ekim'inde kaybettiğimiz sanatçı Haluk Akakçe'nin bir eserinden alan sergi, tarih boyunca gücü ve hiyerarşiyi yansıtan "heykel bahçesi" imgesinden sıyrılarak video, ses, ışık ve heykellerle oluşturulan organik bir atmosfer denemesine dönüşüyor. Nötr tonların hâkim olduğu bu soğuk alanda sanatçı, her zamanki gibi doğasında şiddet barındıran bir süreci yeni bir kurguda, yeni karakterlerle hayata hassasiyetle geri kazandırmaya devam ediyor.
Şiddet, tahribat, zarar ve kaza gibi temaların yeniden doğma, iyileşme, değişme ve ilerlemenin özüne ait olduğu fikriyle bütünsel bir deneyim alanı yaratan Tapan, kendi deyimiyle “gerçeğin hammaddesinden” yararlanarak özgün, kurgusal dünyalar oluşturur. Son dönem eserlerinde anların yok olma ve yeniden var olma döngüsünü karakterize eden simyevi süreçleri işleyen sanatçı, eserlerini genellikle ses, ışık gibi unsurları katarak, birleşik duyulara hitap edecek şekilde hatta performatif imalarla tamamlar. Neyi nasıl ve niçin yaptığından çok malzemeye, bilgiye ve referanslara, gündelik hayata ve nesnelere olan yaklaşımı; onları dönüştürürken veya bir detayı öne çıkarırken yaşadığı bedensel ve zihinsel etkileşimin özü, her zaman izleyiciye dokunmanın bir yolunu bulur.
Kendini Arayan- Işık/Form/Beden
Galeri mekânının beyazına karışan bir videoyla başlıyor her şey. Sonsuz bir boşluktan bir nefesle doğan beyaz bir form veya bir ışık huzmesi. Nefesin buğusunu izliyoruz sanki; nefes kendi cismini bulmaya çalışıyor gibi. Zihin, bu alan ve formla nasıl ilişki kuracağını düşünürken, arka plandaki dip gürültüsü, tiz bir ses ve soluk alıp verme etkisiyle çoklu çağrışımları da toparlamaya çalışıyor. İzledikçe kendi gerçekliği içine çeken görüntüde, var olmayan bir mekâna dair bir yakınlık hissi oluşuyor. Ve sonra kalp atışları geliyor. Bir ay gibi büyüyüp sonra form değiştiren, oluşmaya çalışırken soluklaşan veya berraklaşan, sınırları belirip kaybolan varlığın canlılığını hissetmeye başlıyoruz. Videonun başında bir süre devam eden dip gürültüsü, yeni doğan bebeklerin uykuya dalmasını kolaylaştıran ve anne karnında duydukları sese benzeyen beyaz gürültüyü (white noise) de hatırlatıyor. Aslında beyaz ışığın içinde tüm renkleri barındırması gibi, beyaz gürültü de birden fazla frekansın bir araya gelerek oluşturduğu sabit bir ses. Sanatçının kendi bedenine dair yarattığı farklı bir beyaz gürültüyü takip eden kalp atışı da bir doğum anı, bir başlangıç fikriyle örtüşüyor. Ancak bu ışıklar, uzun zaman sonra derin bir uykudan uyanan bir yoğun bakım hastası veya fütüristik bir senaryoda, bir deneye maruz kalan bedenin uyanışıyla da pekâlâ bağ kurabilir. Tepesindeki ışık huzmesini algılamakta zorlanan, gözleri aydınlığa alışmaya çalışan, kendini bulmaya çabalarken nefesini, nabzını duyan güçsüz bir beden belki. Kimi zaman bu ışık huzmesi bir tünel gibi belirginleşip, karanlıktan aydınlığa ulaşacakmış umudunu hissettiriyor, kimi zaman da netliğini tamamen kaybediyor. Bizi içine çeken, dünyaya yaklaşan bir öte gezegen fikri veya parlak ışıklara açılan ihtişamlı bir delik, bir yol. Şeklini bulmaya çalışan beyaz varlığı anlamaya çalışırken, beden, “öteki” ve birlikte var oluşları arasında bir ilişkiyi de düşünmeye başlıyoruz.
Doğuma mı daha yakın, ölüme mi? Yoksa yaşamın içinden bir kesit mi? Yanıt aramak hiçbir işe yaramıyor. Doğumu ve ölümü, sınırlanmayı ve özgürleşmeyi, görmeyi ve görememeyi, uyanmayı ve uyumayı aynı anda barındıran, sonsuz imgeyle ilişkilendirebileceğimiz meditatif birkaç dakika bu yalnızca. Büyük bir gürültüye maruz kaldıktan sonra kulağımızdan gitmeyen o tiz çınlamayla birlikte gelen ve giden bir varlık. Oluşmaya, büyümeye, iyileşmeye ve arayışa dair bir deneme belki. Ya da sanatçının içinde bulunduğu durumlara, hislere dair hareketli soyut bir otoportre. Her ne olursa olsun, arafta olan bir varlığın öte bir dünyadan ve zamandan- veya bize aynı derecede yabancı gelen, bir bedenin içinden- kısa selamı, yanımıza uğrayıp kaybolması oldukça cezbedici. Tapan’ın tamamı tanıdık-tanıdık olmayan arasında gidip gelen atmosferinin önemli bir parçasını oluşturan bu beyaz üzerine beyaz video, alt katta devam edecek kendi formunu arayan parçaların da önemli bir habercisi.
Yaralandığı Yerden Doğan- Kabuk/Aile/Bahçe
Galeri mekânının -1. katında, yine beyazın egemenliğinde bir atmosfer var. Sanatçının kurgusal ‘bahçe’sinde bir hareketin donmuş hâli gibi duran bu heykelsi varlık, aslında kaza yapan otomobillerin darbe aldığı kısımların kesit olarak alınması, dijital manipülasyonla antropomorfize edilmesiyle ve üç boyuta aktarılmasıyla oluşuyor. Kendi tanımsız bedeni içinde kendine göre tanımlı bir hareketi yapar gibi duran bu form, sanatçının Beraber Uyuyanlar adlı işinde olduğu gibi şiddetin taşıdığı değişim potansiyeline atıfta bulunuyor. Beraber Uyuyanlar adlı eserde belediye tarafından budanan ağaç dallarını kalıplarının içine pirinç dökerek ölümsüzleştirmiş, ardından bu dalları birleştirerek köksüz ağaçlar yaratmış ve gövdelerinden ayrı düşen bu dallarla da yeni bedenler oluşturmuştu. Tapan, bu sert yapılı fakat kırılgan görünümlü heykeli toplumsal kurallara ve beklentilere uyum sağlamayı reddeden seçilmiş ailesine adamıştı.[1] Benzer bir etkiyi bu yerleştirmenin parçalarında da görmek mümkün. Fakat iki eser, parçaların ilişkisi ve kaza-şiddet teması üzerinden benzeşse de önceki dramatik ve loş ortamın aksine bu kez daha parlak, fütüristik ve soğuk bir doğa yaratılıyor.
Tıpkı parçaların kendi aralarındaki örgütlenmesi ve zarar gördüğü noktadan yeniden doğması fikrinin geçmişte uygulanması gibi, araba kazası metaforu da Tapan’ın işlerinde tekrarlanan bir tema. Özellikle son on yıldır içinde olduğumuz sosyopolitik iklim, ruhun bir şekilde bedeni sürüyor olması, arabanın konformizmin önemli bir parçası olmasına rağmen nasıl kullanıldığına bağlı olarak ölüm makinasına dönüşebilmesi gibi birçok etkeni bu fikre bağlamak mümkün. Araba, beden ve asfalt arasındaki fiziksel bir katman olmasının ötesinde kendisini kullanan kişiye bir kabuk olan, hatta kullanıldıkça bedenin bir uzantısına dönüşen bir dış benlik olarak da düşünülebilir. Tapan, 2013’te gerçekleştirdiği Kusursuz Gün adlı kişisel sergisinde de tahrip edilen arabalardan oluşan bir fotoğraf serisini sergilemişti. Araçların darbe aldığı kısım içerdiği tüm şiddet ve şiddetten doğan huzursuz bir estetiği vurgulayacak şekilde, siyah bir fon önünde yer alıyordu. Sergi küratörü Haluk Akakçe’nin deyimiyle “bu vasıtalar, boyun eğene kadar dövülmüş ve hırpalanmışlar[dı].” O dönem kaza fikrini bir metafora dönüştürmeden, neredeyse tüm gerçekliğiyle ele alan sanatçı, bu kez darbenin fiziksel gerçekliğini soyutlaştırarak kaza anını örten, doğrulmaya, hayatına devam etmeye çalışan, ilerlemeye çabalayan bir figür yaratıyor. Dönüşümün zarafetine vurgu yaparken yine ışık ve sesle atmosferin duygusunu yansıtmayı da ihmal etmiyor; ne doğabilen ne batabilen bir güneş, bu kazazede figürün hayat bulma sürecindeki arada kalmışlığa eşlik ediyor sanki.
Mekânda bir de heykele dikey bir fon yaratan baskılar yer alıyor. Bir arabanın tuz buz olmuş cam parçaları sanki bu formların doğasında akan gürül gürül bir şelaleye dönüşmüş. Camın saydamlığı suya, donuk imgeler akışkan biçimlere evrilirken süreç içinde bedenlerimiz de bu ‘bahçe’yle fiziksel ve zihinsel bir ilişki kuruyor. Yabancılaştığımız veya yakınlaştığımız tüm nesneler, sesler ve görüntülerle birlikte aynı kırılganlığı taşıyan, aynı darbeleri barındıran ve iyileşirken aniden gelecek yeni bir hasara karşı her zaman tetikte olan çaresiz, zarif ruhlarımızı hatırlatarak.
The Garden, Jotun Türkiye ve Zuhal Müzik markalarının destekleriyle gerçekleştirilmektedir.
Üretim süpervizörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan
Işık tasarımı: Kemal Yiğitcan
Metin : Gizem Gedik
[1] Arter’de Eda Berkmen küratörlüğünde gerçekleşen “Koyun Koyuna” (19.05.2022-29.01.2023) sergi rehberinden alıntı, s. 11