DANIEL KNORR
"Blowout"
PİLEVNELİ | YALIKAVAK
Küçüklüğünden bu yana, sanat yapmayı “özgürleşmek” olarak tanımlayan Daniel Knorr, ait olduğumuz toplumun yapıları, çevresi, koşulları ve kentin hafızasıyla ilgilenerek sanatın bu durumları temsil etme gücünü vurgular. Politik ve sosyal içerikli tartışmaları tetiklemek için kokain, çukur kalıpları, duman gibi alternatif malzemeler kullandığı ilginç projeleriyle tanınan sanatçının boşluk, temsil, fantezi kavramlarını işleyen eserleri dikkat çekicidir. Sınırsız malzeme ve içerikle günümüz gerçeklerini kimi zaman doğrudan, kimi zaman metaforlar ve sembollerle eleştiren Knorr’un eserleri daha çok heykelle benzerlikleri, kaynağı değişen malzemelerle elde ettiği renk çeşitliliği, fikir ve kavramları bu yöntemlerle “somutlaştırması/nesneleştirmesi” (materialization) özellikleriyle öne çıkar. Hatta sanatçı, bu somutlaştırma meselesinin sınırlarını zorlayarak 2005 yılında ülkesi Romanya’yı temsil ettiği Venedik Bienali’nde mekânı tamamen boş bırakmış ve sanat dünyasında önemli bir tartışmanın önünü de açmıştır. Knorr’un Pilevneli Yalıkavak’ta sergilediği “Blowout” serisi ilk bakışta bu konulardan bağımsız, daha nesne ve renk odaklı görünse de aslında sanatçının hafıza ve boşluk kavramlarından tüketim toplumu eleştirisine varan düşünce bütününün devamıdır.
Boşluktan Sergi Olur mu?
Günümüz sanat dünyasında boşluk kavramına olan yoğun ilgi, sanatçıların mekânlar, nesneler, metinler, performanslar aracılığıyla ortaya koyduğu fikirler ve tartışmalarla giderek genişledi. Aslında sanatın tanımı ve yaratıcılık, geleneksel olarak yapıt üretmekle ilişkili olsa da hiçliğin veya boşluğun sergilenmesini de sanatçının izleyiciyle bir bağ kurma yöntemi olarak görmek mümkün. İlk başta izleyicide bir kaygı yaratsa da boşluk, giderek düşünceye, çağrışımlara ve farklı neden-sonuç ilişkilerine dönüşebilir. Bu kapsamda zaman içinde kimi zaman sanatçılar galeri mekânında boş tuvaller sergilemiş, kimi zaman Horror Vacui (Boşluk korkusu) kavramını eserlerine entegre etmiş, kimi zaman da bir politik duruş veya eylem olarak, tıpkı Knorr’un yaptığı gibi sergi alanının kendisini boş bırakmayı tercih etmiştir. Knorr, bu yöntemi kendine uyarlayarak davet edildiği Venedik Bienali’nde Romanya Pavyonu’nu geçmiş sergilerin izlerini gösterecek şekilde boş bırakır ve kentin kamusal yaşamına erişim sağlamak için mekânın arka kapısını açar. Pavyonun girişinde ise bir basılı yayın bulunmaktadır: Avrupa Birliği’nin çılgınca genişlemesine ilişkin eleştirel metinler içeren 1000 sayfalık bir kaynak. Söz konusu “boşluk” ise bu yayın, ziyaretçiler, medya ve sanat profesyonelleri tarafından yapılan tartışmalar, notlar ve basın haberleriyle başka bir forma bürünür, sanatçının tabiriyle “somutlaştırılır”.
Tuval Heykeller: Nereden Geldi, Nereye Gidiyor?
Knorr, boşluk kavramına odaklandığı bienal süreci dışında, kente ve kentin mekânlarının, sokaklarının hafızasına dair önemli projeler de gerçekleştirmiştir. Örneğin kent sokaklarının izlenimlerinden dökülen bir dizi reçine heykelden oluşan “Depression Elevations”(Çöküntü Yükseltileri), sanatçının Los Angeles’ın yüzeyini araştırdığı bir sürecin çıktılarıdır. Bu seride, kaldırımlar ya da yol yüzeylerindeki çöküntüler objelere dönüşür. Sanatçı, Jackson Pollock’un çalışma yöntemini de hatırlatan performans benzeri bir eylemle, yolda gördüğü yarık veya çukurlara bol miktarda poliüretan malzeme döker ve onları yaratıcı endüstriler için geliştirilmiş olan yapay bir malzemeyle doldurarak üzerlerini farklı renklerde boyar. Sonuç: Neredeyse hâlâ ıslak görünen, pürüzsüz yüzeye sahip şeffaf ve karışık desenli bir duvar heykeli. Bu formlar zemindeki gerçek, düzensiz yarıkların içinde dalgalanan şatafatlı, gösterişli, şeker gibi tatlı yüzeylerinin arkasında belki de kentin zehirli ve tehlikeli hafızasını da içinde saklar. Knorr, burada kolektif tarihi taşıyan bir imgenin yaratıldığını belirtir; zemin seviyesinin altındaki çöküntüler, sert yüzeyin çatlaması, parçalanması ve onarım çalışmalarının eksikliği, toplumumuzdaki krizin, ekonomik gerilemenin ya da ihmâlin işaretleri olarak okunabilir. Heykellerin formları ise yüzeylerdeki boşlukların doldurulmasıyla adeta alternatif bir Japon Kintsugi felsefesini (kırılan bir nesneyi daha güzel bir yöntemle onarma, hasarın reformasyonu) canlandıran sanatçı, malzemenin yola tekrar dökülmesi sayesinde keşfedildiği yerle ilgili çağrışımları canlandırmaya devam eden bir tür üç boyutlu resim yaratır. İşte Knorr’un “Canvas Sculptures” (Tuval Heykeller) olarak adlandırdığı eserler bu projeden ilham alarak gelişmeye devam etmektedir.
Altın Yastıklar: Bu Eseriniz Kaç Ayar?
Knorr’un rengârenk üç boyutlu duvar heykellerinin yanı sıra, “Tuval Heykeller” serisinin devamı sayılabilecek bir serisi daha var: Yastıklar. Buruşturulmuş, kırışmış altın rengi sert bir kumaş veya kâğıdı andıran bu işler, Albrecht Dürer’in “Pillow Studies” (Yastık Üzerine Çalışmalar) çizimlerinden yola çıkarak Andy Warhol’un helyumlu gümüş balonlarına ve minimalist metal eserlerine atıfta bulunur. Bu duvar heykelleri, kırışıkları düzeltilmeden kalıplanan yastıkların reçine ve altın varakla kaplanmasıyla ortaya çıkar. Seri, altı karat içinden en düşük altın ayar değeriyle başlar ve eserlerin her birinde kullanılan altının saflığı artarak en yüksek değer olan 24 ayara ulaşır. Dürer’in bu seriye ilham veren 1490’lara ait çizimlerindeki düzensiz uyku şekillerini yansıtan, kırışık ve kıvrımlı yastıklarını, uyuyan kişinin kısmi izlerini korumakla kalmayan, onun rüya manzaralarını dolduran fantastik bir tür hafıza nesnesi olarak görmek mümkündür. Serinin bir başka ilham kaynağı olan Warhol’un ilk kez 1966’da sergilenen “Silver Clouds” (Gümüş Bulutlar) adını verdiği eserler ise, içleri hava ve helyumla doldurularak mekânda serbestçe uçacak şekilde düzenlenen modern nesnelerdir. Böylece Knorr’un altın kaplama eserleri, Rönesans dönemindeki hayalperest, naif çizimlerden İkinci Dünya Savaşı sonrasının hızla gelişen lüks tüketim toplumuna cevap veren Pop Art kültürüne uzanır ve gerek estetik çekiciliği gerekse ince eleştirisiyle günümüz gerçekliği içindeki yerine yerleşir.
Yeni Bir Yüzeyin İnşası: Tuval Heykeller ve Blowout (Patlama) Serisi
Tuvali bir sanat eserinin ikincil unsurlarından biri olarak tanımlayan sanatçı, “Blowout” serisinden sergilenen eserlerinde tuvalin yapısını kopyalayarak onu bir resim yüzeyi olarak kullanıyor. Modernizm motifleri, serinin tüm eserlerinde sönen bir hava yatağı gibi şekillenip deforme oluyor. Böylece tuvallerinden özgürleşen, uzayda şekil ve renge dönüşen imgeler, barındırdıkları tüm anlamları da günümüze tercüme ediyor. “Depression Elevations” serisinden geliştirilen bu seride sanatçı, son aşamada resmi sentetik reçineyle bağlayarak tuval olmaktan tamamen çıkarıyor. Bu işler, aynı zamanda kaynağını modern resimden alarak sanat tarihinin çeşitli akım ve dönemlerini de bir araya getiriyor. 1960’larda sanattaki minimalizm, doğal kaynakların seri olarak bölünmesini ve sanayileşmesini temsil ediyordu. Avrupa'da ortaya çıkan Nouveau Réalisme (Yeni Gerçekçilik) akımı ise gerçeklik düşüncesini yeni bir perspektiften ele alıyordu ve genel olarak bir çevre algısı yaratma girişimi olarak ortaya çıkmıştı. Ancak günümüzde sanatın duvar kâğıtları, masa örtüleri, duş perdeleri gibi bir tür dekorasyon objesi için model olduğu nesne odaklı bir seri üretim çağında yaşıyoruz. Bu bağlamda “Blowout” serisindeki tuval heykeller de sanatçının önceki dönemleri ve üretimleriyle birlikte okunduğunda, kültürün nesneleştirilmesinin endüstriyel yönüne bir tepki niteliği kazanarak resim sanatı için yeni bir düzey oluşturuyor.