SERKAN SARIER
WEEPING GLITCH
PİLEVNELİ | YALIKAVAK
'Niteliksiz' ve 'İşlevsiz': "Öteki" Arıların Hikâyesi
Zeminin ve duvarların sapsarı olduğu bir mekâna yayılan, uzayan, eriyen, dağılarak birbirine karışan iki ya da üç boyutlu uzuvlar, yüzler ve belirsiz formlar. Serkan Sarıer'in 2022 yılında Pilevneli'de gerçekleşen kişisel sergisini adını bilmeden görseydik, değişim geçiren erkek figürlerini arılarla ilişkilendirmek oldukça zor olabilirdi. Ancak Türkçe'de "sürü/arı kümesi" anlamında gelen "swarm" kelimesi, konuyu zeki bir metaforla sanatçının kendi hayatına, deneyimlerine ve çevresiyle ilişkilerine hassasiyetle bağlıyordu. İğneleri olmayan, polen ve nektar toplamayan, hayattaki tek amacı döllenmemiş bir kraliçe arıyla çiftleşmek olan erkek arının topluluk tarafından verilen sorumluluklarını yerine getirmezse kolonisine hiçbir faydası olmaması ve dışlanması, Sarıer'in öne çıkarmak istediği bakış açısına oldukça uygundu. Çünkü muhafazakâr toplumsal yapılar içinde onlardan beklenenleri karşılamayan- çoğunlukla queer- bireyler de buna çok benzer bir mücadele içindeler. Küme yaşamında erkek arılar "öteki" ve işlevsiz kabul edilirler. Benzer şekilde, eşcinsel erkeklerin de biyolojik yollarla çocuk sahibi olamamaları, iş dünyasının sözde güçlü erkek figürüne uymamaları, erkeklik kavramıyla özdeşleştirilen özellikleri barındırmamaları onları daimi bir var oluşsal döngü içine sokar. 1979 Hanau, Almanya doğumlu sanatçı Türk göçmen bir ailenin eşcinsel çocuğu olarak arıların sürekli yeni bir yere adapte olan göçmenliklerine de atıfta bulunur; eserlerinde yüzleri dağılan, uzuvları yüzeye ya da mekâna yayılan, başkalaşıma uğrayan, uzay boşluğunda birbirine dolanan bu genç erkekler, kendi yaşamlarını kurmanın ve özgürce yaşamanın yollarını hem coğrafi, hem fiziksel hem de duygusal boyutlarda arayıp dururlar.
Sarıer'in tuvalden heykele ve videoya uzanan tekniklerdeki eserlerinde, imgelerin deformasyonu ve akışkanlığı kendini çok net bir şekilde belli eder. Hayatından, çevresinden ve her türlü ötekileştirilmeden yola çıkan sanatçı, öncelikle aidiyet ve kimlik meselelerine odaklanır. Eserlerini kültürel baskılar, biyopolitika, hiyerarşi, cinsellik ve cinselliğin keşfi gibi temalarla ilişkili düşünmemiz ise, sanatçının yaşamı ve bakışıyla ilgili fikirler edindikten sonra eklenen katmanlar üzerinden gerçekleşir. Çalışmalarında soyutlama ve figürasyon olmak üzere iki resim dilinin paralel ilerleyişi, bu tekniklerin birbirini hem tamamlaması hem de bozması, Sarıer için rahatsız edici bir benzerlik aktarırken karakterlerin de farklı yönlerini temsil etmek için araçlara dönüşür. Sisteme ve yerleşik kalıplara karşı çıkan, queer düşüncenin temelinde olan tek bir yere ait olmama, akışkanlık ve kimliksizlik fikirlerinden beslenerek her defasında izleyiciyi etkili temalarla şaşırtan sanatçı, birbirine sarmaşık gibi dolanarak büyüyen, özgürleşen hayatı ve sanatını tüm kısıtlamalardan arındırmaya çalışır.
Sanatla Gelen Özgürlük ve Köpüğe Dönüşen Denizkızı
Sarıer'in eserlerinde kendi yaşamından süreçler olan göçmenlik ve queer olma deneyimleri üzerinden yansıyan güçlü metaforları görürüz. Örneğin Kasım 2021'de gerçekleşen "Generation Kanacke-Der Spiegel Nr.31 / 29.07.1973" sergisinde sanatçı, Almanya'nın melez kültür ortamında yetişen ikinci ve üçüncü nesil göçmen topluluklar üzerinden bir anlatı geliştirmiş, bireylerin nasıl kültürler-arası gelişebileceğini ve daha önce var olan yapılara nasıl uyduklarını ya da uymadıklarını anlamaya çalışmıştır. Bu nedenle sergideki keten üzerine yağlıboya ve sarı arkaplanlı tüm serinin adı, Türkçesi "Ben miyim?" şeklinde ifade edilebilecek "Am I?" sorusunun tekrarına dayanır. 2020 yılında Almanya'da gerçekleşen ilk kişisel sergisi "They Eat Their Young" (Gençlerini Yiyorlar) ise, aslında Hans Christian Andersen'in hepimizin bildiği ancak arka planına pek hakim olmadığı "Küçük Denizkızı" masalından ilham almıştır. Biseksüel olduğu düşünülen ancak ilişki kurmakta hep zorlandığı bilinen, çekingen ve izole bir hayat süren Andersen, bu öyküyü hâmisinin oğlu Edward Collin'e duyduğu platonik aşkın sonucunda reddedilmesi ve Collin'in bir kadınla evlenmesinden sonra yazmıştır. Aslında Küçük Denizkızı, arzularına ulaşmak için sonsuz çaba sarf eden, istediği kişiye ulaşamayan ve sonunda bir deniz köpüğüne dönüşen bir "öteki" karakterin hikâyesidir. Su altındaki karanlık, ataerkil dünyaya başkaldırıp kuralları sınırsızca yıkmaya çalışan karakterin kendi yeteneklerini fark etmesi ve bedenen-ruhen dönüşme teması, sanatçının genel bakışı ve üretimi için oldukça tutarlı bir metafor oluşturur. Denizkızının kendini, bedenini, aşkını ve potansiyellerini keşfetmesi, aslında tıpkı Sarıer'in sanatıyla özgürleşmesi gibi uçsuz bucaksız bir umut yolculuğudur.
Queer ve Glitch: Kendini Yeniden Yaratma
Pilevneli Yalıkavak'ta sergilenen yeni serisi "Weeping Glitch", Sarıer'in ötekilik ve kimlik gibi temaları günümüzün dijital dünyası üzerinden ele aldığı bir eser bütünüdür. Parçalanmış ekranlar aracılığıyla artık her şeyin bir çerçeve hâlini almasıyla görüntülerin dizilişi duygularımızı incelikle etkileyerek bizi sevinç ve umutsuzluk arasında bırakır. Bu çerçeveler, artık algılamanın çerçevelerden bir kafese dönüştüğü parçalanmış dünyamızın içsel absürtlüğünü ortaya koyar. Kahkahalar gözyaşlarına karışır, mutluluk hüzünle birbirine dolanır ve gerçekliğin sınırları huzursuz edici bir pus içinde erir.
Duyarsızlaşıyor muyuz, güçleniyor muyuz diye düşündükçe içinde olduğumuz girdaba geri döneriz. Türkçesi teknolojik alanda yaşanabilecek aksaklıkları, görüntü bozuklukları, frekans sorunları veya takılma gibi hataları ifade eden "Glitch" kavramı, Sarıer'in eserlerinde görsel bir bozulmanın yanı sıra daha geniş bir açılımla algıdaki bozulmaları, teknolojiyle gelen duygudurum bozukluklarını, queer düşüncenin temelde normatif sistemlere başkaldırısını ve yapıbozumuna uğratmasını ifade eder. Bedensel deformasyonlar da bir tür bozukluk olarak değerlendirildiğinde bu uyumsuz bedenlerin karmaşası, sanatçının bugüne kadarki üretimini son serisiyle birlikte özetler şekildedir. Her şeyin kurallara bağlı olduğu bir sistemde figürler ve bedende de bir keskinlik, netlik beklenir ancak queer bedenler, akışkanlık ve onların bu beklentilere uyma konusunda meydan okumaları bu talebin karşısında güçlü şekilde durur. Sarıer'in katmanlı, parçalı bedenleri tıpkı teknolojik bir aksaklık nedeniyle yeniden tasarlanması gereken dijital bir sistem gibi kendini yeniden üretir, kendi hikâyesini izleyiciyle birlikte yeniden yazar. Queer bakış ve queer bedenler bu normatif yapıyı alt üst ederek metaforik bir bozulma, bir tür aksaklık yaratır. İşte tam da bu noktada Sarıer, kendi sanatsal pratiğinin katmanlarına yerleşen bireysel ve politik tavrıyla, günümüzün teknolojisiyle birlikte gelen ruhsal mücadeleleri ustalıkla birleştirmeyi başarır.